Son Denk Kayıkçısının Hatıratı ( Fırtına )

Son Denk Kayıkçısının Hatıratı (Fırtına)

Eskiden Anadolu’da teknoloji İstanbul gibi büyük şehirlere nazaran en az 10-15 yıl geriden gelirdi. Bu yüzden 44 yaşında olmama rağmen  büyüdüğüm küçük Karadeniz Kasabası olan İnebolu’da yaşadıklarım,büyük şehirlerde yaşayan bugünün 55-60 yaş kuşağının yaşadıklarına yakın olduğunu hissediyorum. Ama ikibinli yıllardan sonra her yer eş zamanlı olarak teknoloji ve deneyimi paylaşır oldu. Bu yüzden bu başlık altında paylaşacaklarım biraz benim jenerasyonuma göre uygun olmadığı hissi uyandırabilir.Birde kendimden ortalama  40-50 yaş büyüklerin deneyimlerinden faydalandığımızı  eklersek bir anda 1940-50 lerin denizcileri ve ekipmanları ile karşılaşmış olacağız.Ortam hakkında kısa bir bilgilendirmeden sonra bende etki bırakan seyirleri  ve hatıraları bölümler halinde paylaşmayı arzuluyorum.

Siz hiç mürettebatının tamamı yaşlı ve kurt denizcilerden oluşan bir tekne de bulunduğunuzu düşündünüz mü? Bir zamanlar ben bulunmuştum hem de miçoluktan itibaren.Birde hep aynı insanlarla. Yaş ortalamasının 55+ olduğu bir teknede miço olmak  13 yaşından itibaren. İki efsane denizci iki efsane adam dedelerim, ikisi ile de deniz çıkmak nasip olmadı. Çünkü ben tekneye çıktığım yıllarda biri felçli diğeri de 70 li yaşlarını geçmiş teknelerini karadan takip ve idare eder durumdaydı. Fakat başka bir efsane “ son denk kayıkçısı” bulunduğum teknenin reisiydi. Kendisi 60 lı yaşlarında ömrünün tamamını denizde geçirmiş eski bir kaptandı. Artık uzak yolu bırakmış aynı zamanda dünürü olan dedemin teknesinde reislik yapardı.  Son denk kayıkçısı normalde çok nazik tabiri caizse karaya ayak bastığında mütevazilik ve kibarlıktan tanınamaz hale gelirdi. Fakat tekneye adımını attığı andan itibaren her şey değişirdi.Her tarafa bağırıp çağıran asla hata affetmeyen bir adam oluverirdi. Herkes korkudan titrerdi. İnanılmaz bir kurallar bütünü içinde buluverirdiniz kendinizi. Öyle bir kural ve komuta sistemi vardı ki herkesin durması gereken yer bile belirli ve sınırlıydı.İşin ilginç tarafı bu insanlar üşümüyor, yorulmuyor,acıkmıyor hatta konuşmuyor bile, taki dinlenme zamanı gelene kadar.Seyirde mürettebat dinlenemiyordu çünki yapılması gereken o kadar çok iş olurdu ki avlanma mahaline gelene kadar bitmezdi bile.Zaten bitse de iş çıkartırdı rahmetlinin kendileri. Miçonun işinin zaten bitme şansı yoktu.Diğer ayrıntıları da hatıraların içinde paylaşmaya gayret edeceğim.

1989 yılı aralık ayı son günleri idi. Gündönümü gelmişti ve günlerden cumartesi idi.O zamanlar Kalkan balığı trolle değil gözüne ağ ile tutulurdu.Bu ağ belirli bir derinlikte kıyıya paralel şekilde 60 yada 90 parça ağdan oluşan bir takım şeklinde deniz dibine döşenirdi..Bu ağlar denize yatıya bırakılır ve bir hafta sonra gidip çekilirdi. Bizim her bir takımımız 90 parça ağdan oluşurdu ve her 15 ağda bir şamandıramız bulunurdu.Ticari balıkçılık yaptığımız için bünyemizde birden fazla teknemiz vardı.Boyları 8,30 ile 13metre arasında değişirdi.İsimleriyle yaşar isimleriyle ölürlerdi.Çakraz, Çelebioğlu, Emrullah Reis, Korkmaz Reis, Tarakçın, bunlardan bazılarıydı.En meşhurları Çakraz’dı. Çakraz Yelkenli bir Çektirmeden bozma balıkçı kayığıydı.Taka desen taka değil, çektirme desen çektirme değil, alamotra desen hiç değil melez bir şeydi işte. 1986 yılında Mart ayında son seyrine çıktı, Kerempe burnuna gitti ve sağlam bir karayel havasında ful arma yelkenle döndü karaya çıktı ve  ardından bir daha denize inmedi. Son seferini de dedemle yaptı .Dedemde ondan sonra bir daha denize çıkmadı.Ben okulda olduğum için katılma şansım olamadı.Genç rakipleri Çakraz’ın sonunu getirdi ve 1992 yılında  benim tarafımdan parçalanarak odun haline dönüştürüldü..O yıllarda avcılık türüne göre tekne kullanılırdı.Her sezonun ve avcılık türünün bir tarzı vardı.Şimdilerde birçok avcılık türüne çok çabuk uyarlanabilen  tekne türleri var.

O gün denize açıldığımız teknemiz 1983 Kurucaşile yapımı 9 metre boyunda 4 metre eninde bir alamotra idi.İçinde 32 hp pancar makinası vardı. Tekne tam yolda 10 knota kadar çıkardı.Seyir sürati üç çeyrek yolda 7,5-8 knot civarı olurdu.İşte o Cumartesi gece üçte yola çıkmak üzere hazırlandık.Toplamda 4 saat gidiş yolumuz var.Aynı bölgeye ağ çekmeye gidecek üç tekne daha var ve onlarda hazırlanıyorlar.Bizim reis iskelede bulunan elektrik direğinin önünde gemici oturuşu vaziyetinde çökmüş ve direğe yaslanmış, filtresiz sigarasını içip doğuya doğru bakıyordu.Tekne onbeş dakikada neta edildi.Reis diğer tekne reislerine havaya dair bir şeyler söyledi.Hava hoşuna gitmemişti.Oysa ne hava durumunda nede havanın gidişatında görüntüsünde bir sorun yoktu.Hava gündoğusu gibiydi.Rüzgar neredeyse hiç yoktu..Deniz yüzeyinde yaklaşık 2 metre yüksekliğinde sis vardı.Ama deniz öyle bir durgunduki bizim tabirimizle karıncalar su içiyordu.

İşte tam o sırada teknenin en önemli adamı yani ben geliyorum. Kucağımda zar zor taşıyabildiğim, battaniyeye sarılı en önemli emanet, yani pusula ile geliyorum.Pusulanın başına bir şey gelmesin diye teknede bile bırakılamıyor, kıyıya bgelince doğru kulübedeki yerine gidiyor..Büyük bir seromoni ile başaltı ambar kapağının gönyesine alıp sarsıntıdan vs. oynamasın diye kutusunun etrafından lastiklerini geçirip sabitliyorum.Reis kuleye dümene çıkınca bir bakıyor pusula yerli yerindeyse sorun yok ama en ufak bir terslik olursa yandı miço.O gün bitmez artık.Pusula dediğim öyle sıradan bir şey değil çift çemberli pirinç pusula, içine oturtulduğu sandık bile tutkalla birleştirilmiş vaziyette.

Sonrasın da en önemli adamda tekneye atlamış olduğu için, her şey neta ama son bir kontrol, bidonlar bağlanmış, kasalar bağlanmış, halatlar roda edilmiş, motor kaputu açılıp, kancası takılmış, vs.vs. bir sürü acayip sıralama.Bunların hepsi toplam bir dakika bile sürmüyor.Ardından tonoz halatı baş ipine bağlanıyor ve güverte reisi besmele çekip suya bırakıyor. Teknelerde uyuyanlar rahatsız olmasın ve de makine ısınsın diye limanın kırmızı fenerine kadar rölantide seyir. Kırmızı feneri bordalayınca önce tamyol ve maksimum zorlama ve iki dakika sonra yeşil fener bordalanır gaz kolu üç çeyrek yola düşürülür, saate bakılır ve burun seyri başlar. Sonradan öğrendiğime göre önce tekneyi zorlamanın sebebi bir terslik olacaksa yol yakınken olsun mantığıymış. Ardından burundan buruna doğuya doğru kıyı seyri başlar.Zaman zaman kayık değişik olsa da saat aynı saat, pusula aynı pusula, reis aynı reis ve bölge aynı bölge.Hiç mi şaşırmaz bu denklem hepmi aynı çizgiden gideriz.Dalga yoksa hep kendimizi test eder duba burnundaki iki kayanın arasından soluganı hesap edip geçer gideriz(Çevreye yaşlıyız ama biz bu işi biliriz, bizden iyisi yok imajı vermek için)Bu geçiş esnasında en geniş yeri 4,20 olan teknenin iskele ve sancak bordalarında en fazla yarımşar metre pay kalırdı.Ne zaman bindireceğiz diye çok merak etmişimdir.Ama bu esnada çok zevk aldığım şeylerden biri olurdu, su kuşlarının biz kayaların arasından geçerken kayanın üstünden suya atlamalarını izlemek inanılmaz güzeldi maalesef o zamanlar fotoğraf makinamız yoktu bir çok güzel görüntüyü hafızamıza kopyalamak zorunda kaldık.

Hiç o kadar durgun bir deniz yaz aylarında olmazdı.Teknenin baş denizleri tam bir ikizkenar üçgen vaziyetinde yayılıyordu. Sanki fermuar açılırmışçasına. Bense yine kutsal görevlerden birini yapıyordum.Bu görev çok ilginçti.Koca Karadeniz’de bir tek bizim şamandıramızda bayrak yoktu.Biz özel bir takımdık ya; bu yüzden bizim şamandıralarımızın tepesine deve dikenine benzer iğne yapraklı bir çalı bağlardık.Bu dikenli bitki sadece bizim yörede mezarlıklarda bulunurdu.Bu yüzden  son denk kayıkçısı limana gelirken mezarlıktan bu çalılardan keser ve elinde çiçek buketi gibi getirirdi. Bense bunları uzaktan görünecek şekilde her şamandıranın tepesine bağlardım. Ayrıca her onbeş günde bir değiştirmemiz gerekirdi. Kesildikten sonra iki gün içinde kurur ve rüzgarla acayip ses yapardı. İşte biz bu yüzden bu zahmete katlanırdık. Bizim en yoğun siste bile ağımızı bulamadığımız hiç olmazdı.  Herkes ağını bulamaz geri dönerdi. Ama son denk kayıkçısı öyle bir hesap yapardı ki, koca Karadeniz de bir saat ve bir pusulayla bizi herhangi bir şamandıramızın yaklaşık yüz metre yakınına götürdü. Gözle göremesek bile makine stop edilir sessizce dinlerdik ve dikenli çalıların hışırtısını duyardık. Herkesin koca kayıkta ne işe yaradığını merak ettiği küreklerimizi takar yavaş yavaş sesin üzerine giderdik. Ama onbeş gün sonra kuruyan yapraklar dökülmeye başlardı. İşte bu günde öyle bir gündü.Bir çok tekne reisi denize çıkmadı.Zaten bizim takım normal değildi ki. Reisinin ve takım sahibinin isimlerinin önlerinde deli ibaresi vardı. Balıkçılar arasında böyle anılırlardı.Bizim oralarda eskiden fazlaca cesur,inatçı  ve agresif denizcilere  hemen bu şekilde isim takılırdı.

Bir önceki paragrafta bayrak diye bahsettiğim aslında şamandıraların ucundaki teknelerin isimlerinin yazılı olduğu flamalardır. Genelde üçgen olurlar ve üzerlerinde tekne ismi ile numara yazar. Fakat bizimkilerde numara yazmaz. Numara yerine şamandıranın direğinde sıralı faşina vardır. Yani bir nolu şamandırada bir düğüm demeti , 5 noluda beş düğüm demeti bulunurdu. Uzaktan bakınca biz hangi şamandırada olduğumuzu bu düğümleri sayarak anlardık. Düğüm demetleri ayrı renkte olurdu. Her şey olabildiğince eski usül yani...

Seyir sorunsuz ve keyifli devam ediyordu. Oldum olası teknelerde pancar ve lombardini tarzı vuruntulu motorları(süper starda dahil (sulu olmasına rağmen)) sevmezdim. Bunlar genellikle hava soğutmalı  ve vibrasyonlu motorlardı. Ne kadar devirli kullanırsanız kullanın hala yuvarlak dönmezlerdi ve hep aptal çalışırlardı. Bu makinaların yarattığı titreşimden insanın burnu sürekli kaşınır ve bir çoğumuzda burnumuzu, kulağımızı sık sık ,işaret ve baş parmağımızla sürekli kurcalamak tik haline gelirdi. Gerçi o zamanlarda emsal motorlar lister petter ,iskandiye , vira,  vs. gibi sulu makinalarda keyifli değildiler.Yolculuğun bir buçuk saatlik kısmı bitmiş, Kastamonu ‘nun Abana ve Çatalzeytin İlçeleri arasındaki Hacıveli Kayası denen muhite gelmiştik.Kıyı seçilmiyordu ama biz bulunduğumuz yeri biliyorduk.

Günün en kısa olduğu zamanlar olduğu için  sabaha daha çok vardı . Hem karanlık hemde sis her şeyi berbat ediyordu. Hesabımız şafak atarken ağın başında bulunmaktı. Hacıveli Kayası bordalanınca kıyıya iyice yakın düştük dalga olmadığı için seste duyulmuyordu, ama biraz daha kıyıya yakın düşüp kayalığı gördük ve yeni rota için pozisyon aldık. Rotamız Kastamonu’nun  Abana İlçesi açıklarından başlayıp Sinop’un Ayancık ilçesi Açıklarına kadar devam eden su altı platosuna ulaşmaktı. Kıyıya yaklaşık yer yer 20 dm uzaklıkta uzanan bu su altı şekli doğu batı doğrultulu yaklaşık 5 dm genişliği olan bir avlaktı. Modern ekipmanlar olmadığı için yeri usta çırak ilişkisi ile biliniyordu. Biz buraya mera diyorduk ve su derinliği bir anda azalıyor ve doğu batı doğrultusunda stabil olarak devam ediyordu.. Buradaki boşluklara ağ atabilmek için  tüm balıkçılar arasında bir mücadele söz konusuydu. Bizimde bölgede iki takım ağımız bulunurdu. Reis yol kesti ve miço  yine kutsal görevlerinden birini yaptı pusulanın camı üzerindeki çiği sildi. Zaten bundan sonra sık sık bunu yapacaktı. Biraz duruldu, mazot tamamlandı , bu esnada kıyı kerteriziyle akıntıya bakıldı , ardından saate bakıldı ve yıldız kerte gündoğusu(Reis böyle derdi ama baze 7 dereceye kadar düşürüp 15 dereceye kadar değiştirdiği olurdu.Çaktırmadan bakardık) rotasına seyir başladı.Reisin hesabına göre İlk takım ağımızın iki nolu şamandırasını  2 saat 35 dakika sonra görme pozisyonuna gelecektik. Perakete falan kullanmadığımızı da belirtmekte fayda var. Seyir süratine ulaşınca kuleden (biz davlumbaz da deriz aslında birinci kamaranın kasarasıdır.)arada bir sigarasının izmaritini suya atar ve kıç tarafa kadar izlerdi.

Umarım okuyanlar sıkılmıyordur , yaşantımdan denize dair özel bir kesiti paylaşıyorum. Bazı şeyleri aktarabilmem için bağlantılı bilgileri de açıklamam gerekiyor. Bu yüzden paragraflar uzun ve karışık olabiliyor.

Yaklaşık 2,5 saatlik kıyıdan avlanma mahalline olan seyrimiz başlamıştı. Daha on dakika geçmemişti ki, başüstün de oturan şimdi rahmetli olan mantarcımız reise seslendi. Duyuyomusun “Doğu Almanın Sesini” dedi. Reiste bir dakika sonra Sancak omuzlukta görürüz diye cevap verdi.Tabi bu işin içinde olanlar için bu tabirler çok normal ve anlamlı. Doğu Alman dedikleri dönemin çektirmelerinde kullanılan bir makine.Gar gur gar gur acayip bir ses tınısı vardır. Neredeyse sesinden makinanın devrini sayabilirsiniz. Nitekim bu anlaşma metodundan sonra sancak omuzlukta beş altı yüz tonluk kereste yüklü bir çektirme hayalet gibi karşımıza çıktı. Öyle bir yüklü ki, kemere hattında yumrular suya beraber gömülü vaziyette, dört kişilk personelinin hepsi vardiyadalar. Hiç panik olmadan selamlaşıldı ve göz gözü görmeyen siste hatta şakalaşıldı. Zaten bizim reis onların piriydi acayip saygı duyarlardı. Çok kısa bordalayarak seyir yaptık onlarla .Reis kuleden çektirmenin kaptanına devam etme İnebolu’ya gir hava hoşuma gitmiyor aşağıya atlayacak diye seslendi. Kaptanda avucunda tuttuğu bir kese kağıdı kuru üzümü reise fırlattı. O da yakaladığı bu kuru üzümü hemen bana uzattı ve bende hemencecik atıştırmaya başlamıştım. Sonra tekrar rotamıza döndük. Çektirmede tekrar hayalet gibi sisin arasında kayboldu gitti.

Söz konusu yörede "havanın aşağıya atlaması" ,Genel itibariyle doğu ve kuzeyli havanın; batı ve güneyli havalara dirise etmesi anlamında kullanılırdı ama pratikte her zaman havanın Poyrazdan Karayele geçmesini olarak karşılık bulurdu. "Aşağı havası" terimi de güneyli havalar için kullanılırdı.

Bu başlığın içinde barınan "Denk Kayığı", tamamen başka bir konu başlığı ve içerik ihtiva eder. Kısaca bahsetmek gerekirse "Pereme Kütüğü" olarak ta nitelendirilen ve "önce kabuk" metoduyla üretilen kürek ve yelken ile yürütülen yöreye özgü bir yük kayığıdır. Liman olmadığı dönemlerde gemi boşaltma ve yüklemede kullanılırlarmış. Milli Mücadelede tüm cephane bu kayıklar ve kayıkçılar tarafından karaya çıkarılıp Anadolu'nun içlerine kağnılarla ulaştırılmıştır. Bu yüzden İnebolu Kayıkçılar Loncası'na da Beyaz Şeritli İstiklal Madalyası verilmiştir. Bu Yüzden İlçeye de "Kayıkla Kağnının Mucizeler Yarattığı Belde" denilmiştir.

İşte bu denk kayıklarından son birkaç tanesinin sahibi bizim meşhur reisimizdi. Gerçek anlamda "Son Denk Kayıkçısı" kendisi olurdu. Liman yapılmadan önce maden gemilerine kazanlarla kıyıdan her hava koşulunda aralıksız bakır madeni taşırmış.(Bakır ve pirit madeni Kastamonu'nun Küre İlçesinde çıkarılır ve İnebolu'dan deniz yoluyla sevk edilirdi.)  Onunla son zamanlarında, çok küçük yaşlardan itibaren denize çıkabilen son aile ferdi olma şansı da benim olmuştu. Ama bu durum beraberindeki bilgi ve denize olan ilgimin artması , fertlerinin artık denizde olmasını istemeyen bir ailede , profesyonel denizcilik hayatımın başlamadan sonunu hazırlayacaktı.

Denizde hiç çalkantı olmadığı için bir işle uğraşmayanlar çöktükleri yerde uyukluyorlardı. Derken seyrin ortalarına doğru kahvaltı sofrası kurulmaya başladı. Kumanyalar fındık dallarından örme kapaklı sepetlerde intizamlı bir şekilde yerleştirilirdi. O sepetlerde eğrilerin arasına öyle bir otururdu ki en sert havada bile  yerinden kıpırdamazlardı. Çay demlenmişti. Denizdeyken demlik kullanmazdık, sadece demirdeyken, ya da çalkantısız zamanlarda üst demlik kullanılırdı. Diğer zamanlarda çay için su kaynatılır, kaynamış suyun üstüne bir kapak çay atılır ve çaydanlık battaniyeye sarılıp bekletilirdi. Çok da lezzetli olurdu. Yine öyle bir şekilde bendeniz tarafından çay demlenmişti. Kamaranın içinden kumanyayı arka kapıdan uzatıyorum. Ambar kapağı ters çevrilmiş ve sofra yapılmış vaziyette. Ambar kapağının kenar pervazları bardak devrilmesini engelleyecek yükseklikte yapılırdı. Ortasında da tutma kolu olurdu. İşte bu kol sofrayı hiç bozmadan teknenin içinde başka yere taşımaya yarardı. Her şey çok pratik ve modüler. Menüye gelince, siyah zeytin, beyaz peynir, sade tahin helvası, gemiden verilen kuru üzüm, bir tavaya yöresel peynirle (Bölgede “kesik” derler , bir nevi böreklik peynir) kırılmış onbeş adet yumurta, pancar motorun yaydığı ısıdan biraz yumuşamış tereyağı ve sabahçı fırınından alınmış delikli çörekten oluşuyordu. (yörede ramazan pidesinin delikli ve susamsız olanı her sabah fırınlarda çıkar ve kahvaltıda tüketilir.). Bir de evlerden gelen börekler vardı. Güverte reisi sofranın başına çöktü ve besmele çekip ilk çöreği dörde böldü ve bir parçasını denize fırlattı. Bu arada alt muşambalarını giymiş olanlar güverteye oturmuşlardı bile. Diğerleri kamara duvarına ve parampetlere yaslanmışlardı, çünkü balıkçı teknelerinde kışın güverte hep ıslak ve nemli olur bu yüzden  muşamba hemen giyilir. Ardından içine tereyağı sürülmüş birazda peynir koyulmuş çeyrek çörekle bir su bardağı şekeri karıştırılmış çay reise uzatıldı ve kahvaltı başladı.

Kahvaltı bitimine şafak atmaya başlamıştı. Herkes alt üst muşambalarını , çizmelerini bir çırpıda giymiş kenarda köşede sabah sigaralarını içerlerdi. O zamanlar şimdi eve sokmadığımız margarinler gibi sigara da inanılmaz popüler bir olguydu . Hemencecik ambar kapağı ters çevrilip denize silkelendi ve kapatıldı.Ardından bir yandan denizden su çekilip güverteye vuruluyor ve fırçalanıyordu. Sap çakılmış 18 kiloluk yağ tenekesine bağlanan iple , o yolda giden tekneye su çekmek  ayrı bir sanattı. Uzun ipinden ileri fırlatıp bir çırpıda küçük bir hareketle yarım dolmasını sağlayıp ve bir çırpıda yukarı alınırdı. Bunu sağ elle yaparken sol elle de  kamara korkuluk demirlerine tutulunur ve küpeşteden hafif sarkılırdı.Zaten tutunulmasa o süratle seyrederken teneke adamı denize çekerdi.  Çabucak güverte yıkandı en son ekmek kırıntısıda firengi deliğinden denize akıp gidene kadar güverte fırçalandı.

Vaktin geldiği, herkesin giyinmiş kuşanmış biçimde neta oluşundan belliydi. Ortalık yerde paçariz verecek hiçbir şey kalmamış, denize dökülecek ağların üstü açılmış, çekilecek ağlar için çuvallar(biz peştamal deriz ama şimdilerde leğen kullanılıyor.) hazırlanmış ve bir uçlarından kamara korkuluk puntellerine bağlanmış, boylamalar karışmadan dökülecek şekilde bağları açılmış, şamandıralar ve çapaları sıralı dizilmiş vesaire bir sürü hazırlık. Bıçaklar (normal hayatta satır dediğimiz cinsten) ve kakıç ucuna monteli balık kancaları bileniyor ve yerlerine kaldırılıyor. Bu sırada saat yediyi geçmiş sabah olmuş olmasına rağmen sis hala kalkmamıştı. Ama biz ağ suyuna gelmiş olduğumuzu reisin saatine sık bakmasından anlıyorduk.

Ardından reis önce yol kesti sonra boşa alıp tekneyi serbest bıraktı. Bu sırada hiçbir konuşma olmamasına rağmen çarkçıbaşı eline iskandili aldı.(Çarkçıbaşı derken gerçek bir  çarkçıbaşı emekli olalı yıllar olmuş oda Reis gibi uzak yolu bırakmış ve ömrünün son günlerini en büyük hobisi olan balıkçılıkla doğduğu yörenin denizlerinde geçiriyor. Gerçi teknedeki kimse bu işi para için yapmıyordu zaten sadece para için böyle bir işte yapılmazdı.) Ardından çarkçıbaşı teknenin durduğunu hissetti ve iskandilin kurşununu suya bıraktı ve dibi bulduktan sonra başladı kulaçlamaya mantarcı da  elemüte iskandil ipini sarıyor.(
elemüt: bir tür makara, sapından tuttuğunuzda kurşunun ağırlığıyla kendisi dönen tahtadan bir düzenek.) Onbir kulaçtan sonra neredeyse hep bir sayıyoruz.12, 13, 14 ve onbeş…. Mantarcı çarkçıya bir sigara uzatıyor. Yine kaybetti, 15 kulaçtayız tam meranın başlangıcında, belki beş yüz metre geriye gitsek elli altmış kulaç derinlik var ama biz adaya geldik. Bu av bölgesine ada, mera gibi isimler derdik. Reis yine etrafa bir hava atarcasına bakındı. İki numara  beş dakikaya sancak omuzlukta olmalı dedi. Fakat çarkçı  ve ben iskele omuzlukta belli belirsiz bir şey gördük. Aynı anda şamandıra iskelede dedik. Reis Allah Allah bu nasıl olur dedi daha 5 dakikası olması lazım. Ama bizi kırmadı döndü şamandıranın üzerine. Onun kanaati bizim ağ olmadığıydı biz bunu hissediyorduk. Hatta içinden küfrediyordu “Korsanlar ağımızı körletmişler”diye. Bu şu demek oluyordu. Bizden sonra verimli bölgede bulunan ağlarımızın önüne ve arkasına ağ dökerler biz gitmeden bir gün öncede gidip ağlarını toplarlardı. Balıkçılar arasında da böyle bir korsanlık olurdu. Bize pek yapamazlardı ama belli de olmazdı. Fakat yanına geldiğimizde cismin bir şamandıra olmadığını, soğuk savaş döneminin aktörlerinden biri olduğunu gördük. Seksenli yıllarda Karadeniz’de özellikle bizim bulunduğumuz bölgede yangın söndürücüye benzeyen, üzerinde anteni olan verici tarzı cihazlar bulunurdu. Bizim Ördek lakaplı mantarcımız bunları alır, sökerdi içinden kuru akü falan çıkardı. Her ne kadar kurcalama denilse de  mutlaka kurcalardı. Zaten kendisi küçük sandalıyla da birkaç kerede mayın falan bulmuş güvenlik güçlerine teslim etmişti. Reis bu cihazları kayığa aldırmazdı ve kızardı. Nitekim yine kızdı beni şamandıramızdan uzaklaştırdınız diye.

Sonrasında tekrar hafif poyraza doğru beş dakika kadar gidildi. Reis, Bakın bakalım  tam kafada olması lazım dedi. Ama nafile sis biraz çözülmüş olmasına rağmen şamandıra yok. Hemen makine stop sessizce dinliyoruz ama rüzgar olmadığı için seste yok. Reis çuvalladı zannediyoruz ama o pek böyle bir şey yapmaz. Genelde iddiayı çarkçı kazanır, Ördek kaybeder. Ama şamandıra yok. Tekrar makine çalıştırılıyor. Ağ doğu batı doğrultulu döküldüğü için üç nolu şamandıra için doğuya gidiyoruz, onu bulamadık dört beş diye arayacağız. Bu sefer güvertede yeni iddialaşma, iki nolu şamandırayı gemi kesti ya da bulamadık üzerine. Bizim bağladığımız şamandıra kasası çözülmez, hem doblin olur, hem de bedene volta şeklinde. Büyük ihtimalle biraz kaloması fazla olmuş ve gemi pervanesi kesmişti. Ya da Korsanlar biz ağımızı bulamayalım diye sabote etmişlerdi. Ama reis yanılmamıştı  ağı toplayınca iki nolunun olmadığını kesildiğini görecektik. Çünkü zamanı dolunca 3 nolu tam pruvada karşımıza çıktı. Ardından şamandıra boylamasından akıntıya baktık. Sular bizim tabirimizle “dere gibi” karayel. Ama nasıl olur, kimse bir şey anlamadı. Ağın sonuna kadar gittik. Normalde teknede istifli bulunan ağ önce aynı yerin biraz altına yada üstüne dökülür. Ardından denizde ki ağlar çekilirdi. Balığın kıt olduğu zamanlarda risk almamak için önce çeker eğer balık çıkarsa aynı yere yeni ağları dökerdik. Ama şimdi bulunduğumuz yer bizim tarlamız gibiydi. Bizi hiç yanıltmazdı, hep balık yapardı bu yüzden orayı kimseye kaptırmazdık. İstifli yeni ağları önce dökmemiz gerekiyordu. Yedi nolu şamandıranın başına geldik.Tekne boşta eğleniyor, reis etrafa bakıyor. Ardından bu hava benim hoşuma gitmedi bu havada burada  ağ bırakmam denizde bulunan iki takımı da çekicez ve kaçıcaz dedi. Çok hızlı bu takıma yapışalım ardından diğer takımı da çekelim dedi. Teknede vardı 90 parça ağ. Buraya haftada bir geliyoruz diye takımı altmış parça ağ yerine doksan parça ağdan donatıyorduk. Denizde de çekeceğimiz takımla birlikte günü gelmemiş bir takım daha vardı. Yani 180 parça ağ da denizde vardı. Bu rakam bu teknenin maksimum limitleri olurdu. Yani 180 parça ıslak ağ, 90 parça kuru ağ, balıklar vs.

O zamanlarda hidrolik makaralar yoktu. Makinanın  önüne yapılan bir kasnakla, kayış vasıtasıyla sancak omuzlukta döndürülen bir tambur sistemi vardı. Ağ bu tambur ile basılırdı. Bu günkü modern hidrolik ya da elektrikli makaralar gibi düşlemeyin. Normal dikiş ipi makarasının kocaman olanı yani bir buçuk metre boyunda ve yarım metre çapında yüzeyine deri çakılmış iki sağlam ayakla sancak postalarına bağlanmış bir düzenek. Makina ne kadar devirli dönerse onunda ciddi devir artırdığı bir sistem. Bu sırada dökülecek ağların ekipmanları tekrar çabucak toplandı ve üzerleri örtüldü. Herkes uçacak her şeyi bağlıyor. Şamandıra çapaları bile  güvertede  örtülü ağın üzerine dengeli paylaştırılıyor. Derken Besmele ile ağa yapışıldı. Neredeyse yarım yol ağın üzerine giderek ağ basıyoruz. Bu temponun maksimumu demektir. Bundan sonrasına yetişmemiz mümkün değil tekne ağı geçer ağ geriden gelir, balıklar dökülür, ağ pervaneye dolanır vs. sıkıntılar. Bir kişi ağı basıyor, arkasında üç kişi ağdan balık çıkarıyor, çöpleri temizliyor ve ağları üç ya da beş adette bir çözüp çuvallara bohçalıyor. Sonrasında onları kıça dengeli bir şekilde taşıyıp istifli ağların üzerine yerleştiriyor. O yıllarda kalkancı teknesinde güverte çok kullanıldığı için kamara küçük ve dar olur ve orta hatta yakın olurdu. Başüstü de çok kullanıldığı için voli ve gırgır kayıkları gibi kamara büyük ve başta olmazdı. Kamaranın darlığından dolayı kamara sokakları o kadar geniş olurdu ki elimizde zor taşıyabildiğimiz bohçayla kıç tarafa koşarak geçerdik. Tabii ki bir kişi dümende durup ağın çok gerginleşmeden çekilebilmesi için ağın üzerine manevra yapıyordu. Bir kişi de makaranın altında durup , kancanın tersiyle ağa vurup midye istiridye vs. şeyleri tekneye çıkmadan dökülmesini sağlıyordu. Aynı zamanda düşme riski olan balıkları kancayla emniyete alıp makaradan geçmesini sağlıyordu. Çok hızlı bir tempoyla başladık ilk balığımız kocaman bir irina belki beş altı kilo rahat var. Ben hiç sevmem kendilerini. Hem ekonomik değeri yok. Hem ağdan çıkartması zor, hem de koca kuyruğu ile ağı birbirine kattığı için üç gün düğüm çözüp ağ tamir ediyoruz. Ardından kalkanlar gelmeye başladı her bir minimum üç kiloluk. Çünkü o zamanki ağların gözleri köşegeni 40 olan ölçüdeydi ve küçük balıkların hepsi bir kuyruk hareketiyle karşı tarafa geçiyordu. Bir nevi eleniyorlardı. Gelen balıkların hepsi canlı; sanki bir saat önce ağa vurmuşlar gibi. Canlı balıkları galsamalarından ipe diziyor üç tanede  bir düğümlüyorduk. Artık yavaş yavaş sis çözülmüş güneş doğmuş ortalık epey aydınlanmış fakat güneşin kendileri ortada yoktu. Normalde on-onbir gibi kalkması gereken sis erken çözülmeye başlamıştı. 45-50 ağ çektik ki hava hala sütliman ama reis çaktırmadan gaz kolunu azıcık daha ileri dayanıyor ve tempoyu dahada arttırıyor. Çünkü biz yetişemiyoruz ,anlıyoruz ama yukarı kim söyleyecek ki, yukarı kafamızı kaldırıp bakamıyoruz bile.. Neyse birinci takım 90 adet ağ çekildi. Yanlış hatırlamıyosam 47 tane balık çıkmıştı. Biz ikinci takımı çekmeden önce güverteyi neta ediyoruz. Tekne tam yol diğer takım ağın üzerine gidiyor. Zaten iki takım paralel dökülmüştü ve araları on dakika civarındaydı. Zaten sis çözüldüğü için arama derdimizde olmadı. Hemencecik pruvada görünüverdi. Biz daha güverteyi yıkamayı bitiremedik bile. Hemen kayış takıldı. Makara dönmeye başladı.(makine çalışırken takılıyor, enteresan bir mantıkla keser sapıyla kasnağın içine geçiriliyor.) Çarkçı kayışı takar takmaz şamandırayı yakaladı ve ağı basacak gemiciye tamburun üstünden atlatıp verdi. Çok zamandır alışık değildik bu tempoya, bırakın boşa almayı ,tekne yavaşlamadı bile. O hızla başladık ağları çekmeye. Yoğunluktan kafamızı kaldırıp etrafa bakamıyoruz bile.Bir ara doğrulduğumda açığımızda ve yalımızda ağ çeken birer tekne daha gördüm. Bizimle beraber sabah hareket eden komşularımızdı. O zamanlar her tekneyi yapısından uzaktan tanırdık. Bu esnada süt liman denizin üzeri “kıvırcık” diye tabir ettiğimiz minik bir dalgalanma oluşmaya başlamıştı. Takımın yarısını geçmiştik ki, reisten emirler yağmaya başladı. Emirlerin yarısı neredeyse benim görevim. Nefret ediyorum bu angaryadan, mazotu tamamla,her şeyi bağla, bayrağı bağla(Bayrak bizim için çok kıymetli yırtılmaması lazım), bidonları bağla, içeride dökülebilecek her şeyi bağla ,bıçakları el altındaki yerlerine tak, fırçayı kovayı bağla, kürekleri kakıçı, gönderi ve benzeri uzun yer kaplayan alet edevatı kamaranın üstündeki  korkuluk demirlerine bağla, Makina kapağını kapat manikaları arkaya bakıt vs. Normalde kamara korkuluklarına bağlı duran  boylama halatları vs.halatlar her şey çuvallanıp baş altına kaldırılıyor. Kumanya sepetleri, piknik tüp vs.şeylerin hepsi eğrilerin arasına sıkıştırlıyor.Bunları yaparken bir ara dışarı çıktım.Süt liman deniz yerini ardı ardına gelen sörf dalgası gibi dalgalara bırakmış ve rüzgar çıkmış. En son reisin 8 düğmeli gemici kaputunu ve uzattım giysin diye. Ama o da ne muşambalarını ve çizmelerini de istedi. Ben en sert havada bile giydiğini görmedim. En kötü içeriden dümen tutardı. Son yirmi ağ kaldı ki  hava karayelden bindirdi. Denizler hendeklemeye başladı. Rahmetli Ördek Rasim “Karayelden Kar Havası” dedi Reise seslenerek. Reiste  döndü bu başka dedi ağı kesin bu “erbain” dedi. Son iki şamandıra kalmıştı. Yani 15 -20 ağ kadar bir şey. Çarkçı ağı makara altından yakaladığı gibi ,vurdu bıçağı bıraktı denize. O zamanlar teknelerde av tüfeği bulunurdu. Hemencecik havaya ateş edildi. Diğer tekneler bir terslik olduğunu duysun diye hemen bayrak çözüldü diğer teknelere bayrak  çevirerek ve ceket sallayarak haber verildi. Tam yol toka kıyıya kaçış başladı. İçeri girmek yasak herkes bulunması gereken yere çökecek sağlamca tutunacak, yapacak bir şey yok bundan sonrası denize çıkmaya tövbe ettirecek cinsten.

O dönemde kullanılan ağ çekme düzeneğine dair ara bilgi:
Makinanın önünde normal kayışların bağlı olduğu kasnağa iki sıralı ilave bir kasnak olurdu.Aynı zamanda sancak bordada boylu boyunca uzanan uzunca bir aktarma mili bulunurdu.Bu milin makine tarafındaki kafasında kayış takılacak kasnak bulunur , makara tarafında da gücü makaraya aktaracak redüksiyonlu dişli sistemi bulunurdu.İş te makinada gücü alabilmek için iki kasnağın aktarımını kayışla sağlardık.Gergi mandalı olmadığı için normalde bu kayış makine stop halinde takılması lazım.Fakat öyle alışmışlar ki bir tarafa taktıkları kayışı diğer dönen taraftaki yuvasına keser sapıyla(parmaklarını kaptırmakak için) takarlardı.(keser sapının bir özelliği yok yani bu işi bir tahtayla yapmak istedikleri için sanırım ele en kolay gelen el altındaki alet galiba)Kayış çok uzun olduğu için bu kadar esnerdi ve yerine takılırdı.
Aslında baştan yapmam gereken birkaç konuya dair bilgilendirmeyi, hatırladıkça ilave ediyorum. Şimdi bu tekneleri bizim tuvaletli, muhafazalı ocaklı, hidroforlu teknelerimizle ya da büyük balıkçı tekneleriyle karıştırmamak lazım. Bu teknede su içebilmek bile bir öğreti. Yere çöküyor, sol elinizle bir yere tutunuyor, sağ elinizle 10 litrelik bidonu tersten tutup dirseğinizle omzunuzun üstüne oturtuyorsunuz.Tüm güç dirsekte. 10 litrelik bidonun da ağzı sizin ağzınıza doğru bir açı yapıyor.Dirseğinizle yatay konumdaki bidonu kaldırıyor ve ağzınızı bidona değdirmeden içiyorsunuz.Bunu öğrenene kadar zaten burnunuzdan çok su çekersiniz.Zaten bidonu iki eninizle kaldırsanız ilk yalpada denizdesiniz. Tuvalet olayına hiç girmiyorum o bambaşka  bir öğreti. Zaten bu tekneler stabil olmadığı için öyle büyük teknelerdeki gibi Michael Jackson dansı falan yapamazsınız. Bacakları aynı açıyla basmazsanız zaten ilk yalpada denizdesiniz yada kafayı gözü kırarsınız.Öyle tutunmadan ayakta durmak falan yok ilk fırsatta çökmeniz ve ağırlık merkezini güverteye yakın tutmanız gerekiyor.Bu tekneler kapalı güverte olduğu için küpeşteler çok yüksek değil, yelkenli ve motoryatlar gibi vardevela dikmeleri  ve  telleride olmaz.

İkinci husus ise buradaki navigasyon bilgisi; kıyı kerteriziyle oluşturulan bir açı ve pusula konumlandırmasıyla yapılan bir seyir.Kullanılan alet sadece pusula, iskandil ve saat.Ağı kim döktüyse o bulabiliyor.Tarifle bulmak çok güç.Ağı döktükleri zamanki akıntı ve çekmeye gittikleri zamanki akıntı ve rüzgarı tecrübeleriyle kafalarında hesaplıyorlar.Bir nevi bu bilgileri ağı dökerken kafalarına not ediyorlar, modern cihazlarda yapılan markalama benzeri işlemi basit ölçümlerle yapıyorlar.İşin içine tecrübe girince hata payı modern elektronik cihazlarla neredeyse aynı. Bu iş biraz bilgisayar yokken tutulan muhasebeye benziyor.

Teknede “erbain” kelimesinin anlamını bir ben bilmiyormuşum gibi hissettim. Sormaya da cesaret edemiyorsunuz ki? Ama eve dönünce şansımı deneyip öğrenecektim. Erbain kırk yıl,kırk gün veya kırk vakit süren karakış demekmiş eskilerin dünyasında.

Çok kısa sürede denizler kabardı, dalgalar öyle büyüdü ki  bazıları reis pozisyon alamayınca bir taraftan patlıyor hepimizi ve güverteyi yıkayıp gidiyor. Ama hala yağmur yok. Yağmur yağsa rüzgar yumuşayacak ama yağmıyor. Dönmemiz gereken rotaya göre rüzgar ve dalgalar sancak omuzluktan geliyor. Maalesef tekne dövüşüyor ama havayı yenemiyor. Dalga üstüne çıkıyoruz, ardından tamyol kıyıya doğru sörf yapar gibi cığıyoruz. Reisin dalgayı kullanarak hız kazanıp kıyıya inebilmeyi düşündüğünü  tahmin ediyoruz. Fakat o kadar çok dümen, yol kes yol ver manevrası var ki makine veya dümen dolabı ne zaman su koyverecek diye korkuyorum. Ya böyle bir şey olursa.

Tekne dalga üstüne çıktığında kıç taraf tüm yüke rağmen boşa çıkıyor, eğer reis yol kesmese havada dönen pervane kıç altını parçalayacak. Öyle ürkütücü bir ses çıkartıyor ki, gök gürültüsü halt etmiş. O sırada kıç altına girip salmastra, kalbin, klen vs. yerleri kontrol etmem söylendi. Küçük olduğum için çökerek rahatlıkla girebiliyordum. Kıç altına girdiğimde hiç bu kadar rahatsız olduğumu hatırlamıyorum. Hemen yanımda çalışan bir makine, dönen bir şaft,tepemde ileri geri hareket eden yeke bağlantı borusu, tutunacak yer yok, korkunç ses işin cabası. El fenerini  şafta bir tuttum, bir de ne göreyim. Şafttan serçe parmak kalınlığında su geliyor. Zaten sintinedeki su da bayağı yükselmiş. Hemen yukarı çıktım ve haber verdim. Hemencekik demirden kocaman tulumbalar çıkartıldı ve dönüşümlü su basmaya başlanıldı. Bu işten dolayı dışarı bakmamıştım bile. Kafamı kaldırıp kuzey batıya doğru baktığımda her yerin bembeyaz olduğunu gördüm.Dalgaların üzerindeki sifoz (sepken), insanın yüzüne çarptığında, iğne batmış gibi acıtıyordu. (
Sifoz yada Sepken:Dalganın üzerindeki serpinti)

Denizin rengi normalde mavi diye bilinir, Karadeniz daha yeşile çalan bir renge sahiptir. Ama bu gün beyaz ve sarı renkteydi. Tekne dalga üzerinden aşağıya doğru sörf etkisiyle cığarken hızı en az bir buçuk kat artar. Tekneyi hızlandırması gereken motor bu esnada tekneyi yavaşlatmaya kontrol altında tutmaya çalışır. Ama bu dalga büyüklüğünde ve hızında güç yetmiyordu. Reis dümen hareketleriyle tekneyi dalgaya dik açıya getirmeye çalışıyordu. Hepimiz biliyorduk ki bu büyüklükte dalgaya bir kere aykırılarsak (yanlarsak), rüzgar önünde yuvarlanan kola kutusu gibi yuvarlanacaktık. (
Aykırılama-Yanlama : iki dalga arasındaki hendekte paralel kalmak yada “aykırılamak” denir) Bir daha doğrulur mu bilinmez de. Rahmetli Ördek Rasim bir eliyle bir şamandıradan tutmuş, diğer eliyle baş üzeri omuzluğundan tutmuş diz çökmüş oturuyor. Ben de korktum, hemencecik kendime yakın bir şamandırayı çözdüm ve kucakladım. Şamandıralar içi mantar dolu filelerden yapılırdı. Mantar dediğimiz plastik mantar değil, ağaçtan yapılmış gıcı dediğimiz mantarlar. Neredeyse büyükçe bir damacana  büyüklüğünde olurdu ve bir kişiyi rahatlıkla taşırdı. Şimdilerde ise can simitlerinin üzerine platform şeklinde hazır şamandıralar var, hemde ışıklı.

Kamaranın arka duvarına yaslanıp ayaklarımı da orta kaynaya uzatıp kendimi sabitledim. Orta kayna ya da kayıt Teknenin kemere hattında kıç üzeri ile baştarafı birbirinden ayıran dikine yerleştirilmiş bölme tahtasıdır. Zaten motor kaputunu kapatmış olduğumuz için üstünde üç kişi yan yana aynı pozisyonda oturuyoruz. Ama benim kucağımda şamandıra var. Ben iskele tarafında oturuyorum. Benimle ortada oturan arasından egsoz ve susturucusu yükseliyor. Sese alışkınız ama egsozun ağzı iskeleye baktığı için rüzgar altına düştüğümüzde koku ve üfleme yüzüme geliyor ve rahatsız ediyordu. Zaten oldum olası beni deniz tutar bir de mazot ve egsoz kokusu dayanılmaz bir hal aldı.

Bu sırada sırası gelen tulumbanın başına geçiyor. Beni deniz tuttuğu için artık sintineye indirmiyorlardı. Bir şeyden olsun yırtmıştım.

Başladık dalga saymaya, Karayel ve yıldız havalarında yedi dalgada deniz maynalaması gerekir. Dalgalar kırılmalı, azalmalı, ama onbeş dalga oluyor hala bir şey yok. Mücadele başlayalı bir saat oldu ama ne kadar gittiğimizi bile bilen yok. Evimizin penceresinden böyle dalgalar çok görürdüm fakat içinde ilk defa oluyordum. Derken reis zamanında manevrayı yetiştiremedi, teknenin içine bir dalga göçtü ne var ne yok yanımızdan denize gitti. Tekne üzerindeki suyu süzüp toparlayamadan ikinci dalga çöktü bu sefer yanımdan dalgayla birlikte ördek Rasim geçti gitti. Bakışlarını hala unutamam. Uzandım ama yakalayamadım. Zaten ufacık tefecik bir adamcağızdı. Son bir manevrayla kıç babaya tutundu. Zaten cizmesinin dişleri de istifli ağlara takılmış son anda ayağından çıkmıştı. Hemen Çarkçı kendisine bir ip attı ve onu teknenin beline çektik. Kendimizi bağlamaya da korkuyorduk zaten. Allah'tan Reis üçüncü dalganın üstüne döndü. Bu seferde dalga kafada patladı, devamında kamaranın camları da patladı. İçeriye kamara camlarından bir fıçı su doldu anında. Tulumbayı çiftledik sintinedeki suyu yenmemiz gerekiyordu. Çünkü sintineden çalkalanan su teknenin dengesini bozuyordu. Çift tulumbaya geçince suyu yenmeye başladık ama yorucu kısmını kimse tahmin edemez. Yediğimiz dalga meşhur “üçleme” idi. Sonrasında biraz toparlandık. Üçlemenin arkasından tam yol dalgalarla cığıyoruz. Reis tekneyi dalgaya bir bindiriyor. Of of of  böyle bir sürat yok. Altımızdan geçen dalga  bizi geçtikten sonra devasa bir hendek yapıyor.Resmen kontrollü sörf yapıyoruz. Tekne dalganın üstüne bindiğinde kepçesi küpeşte yumrularına kadar suya gömülüyor neredeyse kısa süreliğine 50-60 derecelik bir açıyla dikiliyordu. (
Kepçe : bu tip alamotra teknelerin baş üzerlerindeki genişliktir.Baş üzerleri yarım ay gibi olur.Küpeşte yumrusu ise: Bu tip teknelerde kuşak yumrusundan hariç küpeşte dışında da sert ağaçtan bir yumru olurdu.)

Bu tarz küçük balıkçı teknelerinde denize çıkan insanlar genelde kara kuru zayıf ama atletik insanlar olurdu. Çünkü bu çalışma ve yaşam biçimi bunu gerektirirdi. Reiste bunlardan biriydi. Hiç üşüdüğünü görmedim ama bu gün oda üşümüş balıkçı muşambasının yakasını bir eliyle kapatmaya çalışıyordu. Normalde muşamba giymezdi bahriyeliı kaputu ile gider gelirdi.

Diğer iki kayıktan haber yoktu. Zaten görme şansımızda yoktu. Deniz yüzeyinin iki metre üstü bizim sifoz dediğimiz uçuşan su kütleleriyle kaplıydı. Kıyıya biraz olsun yanaştığımızı hissediyorduk. Dalga ve rüzgar dengesizleşmişti. Dalgalar daha uzun yayılıyordu. Bu da daha hızlı mesafe katetmemize yarıyordu. Fakat aniden makine sesi değişti. Kayık tam yol dalgaya döndü. Oturduğumuz yerden arkaya baktığımız için ne olduğunu anlamak için kamaranın kenarından kafayı uzatarak baktım. Eyvah yine devasa bir üçleme geliyor. Dalgaya dönüldü yol kesildi. Ama deniz bir göçtü ki kayığın tepesine, yukarıda bağlı olan kürekler ve kakıçlar kepçe bile koptu denize gitti. Denize giderken, küreğin bir tanesinin palası pervaneye çarptı. Nasıl oldu anlamadık istesek yapamazdık. Koca kürek nasıl gitti pervaneyi buldu. Neyse diğer dalgalarla rölantide yükselip alçaldık. Bu sırada güvertedeki su firengi deliklerinden tahliye oldu. Ardından Reis geri döndü. İnatçı adam nolucak. Kürekleri alacakmışız. Kayıkta oturarak tutunup duramıyoruz. Bir de küpeşteden sarkıp kürek alıcaz. Hayır bu kürekler zaten normalde bile taşınamayacak kadar ağır. Neyse binbir isyan kürekler sorunsuz alındı. Bu sefer kaytanlarından bordaya bağladık.

Artık kıyı seçiliyor rüzgarda biraz yumuşadı ama devasa ölü denizleri var, demek ki açığı hala esiyor. Hava iyice beyazladı. Derken, lapa lapa kar başladı. Kar taneleri kocaman kocaman. İki dakika kıpırdamadan durun kardan adam oluyosunuz. Ama iyi haber mücadelede üçüncü saat bitiyor Abana Limanı mendireği göründü. Liman göründü diye seviniyoruz ama bir türlü yakınlaşmıyor. Görünen yere gitmemiz yaklaşık bir buçuk saat daha sürecekti. Herkes biraz rahatladı birbirlerine sigara bile ikram etmeye başladılar. Limana yanaştığımız sırada reis dümene bir şey oldu diye bağırdı. Hemen kıç altına girildi ve bakıldı, yeke pes etmiş aktarma koluna bağlantı yerinden çıkmıştı. Hadi şimdi yeni manevra . Küreği almaya döndü diye reise çok kızmış kendi aramızda bir sürü laf söylemiştik. Ama şimdi sanki onlar başkasıymış gibi davranarak kıç babaya küreği hemen bağladık. Artık Abana limanının Koltuğuna girmiştik. Az sonra limanda olacaktık.

Nitekim sorunsuz yanaştık, ardımızdan diğer teknelerde geldiler. Biz teknedeki ağları, balıkları ve benzeri ağırlıkların hepsini çalıştığımız kabzımal firmasının bizi karşılamaya gelen kamyonuna verdik. Ayrıca boşalan mazot bidonlarını da  doldurduk. Ben bu iş bitti limana geldik, tekneyi bağlar, minibüsle İnebolu’ya gidilir, teknede de biri vardiyacı bırakılır diye düşünüyordum. Herkeste öyle düşünüyordu. Ama bizim reis ben burada kayık bırakmam dedi. Haydaaaa bu nerden çıktı şimdi. Herkes kayığını demirledi bağladı sağlama aldı, kimi kabzımal arabalarıyla kimi minibüsle İnebolu’ya dönüyor.

Bizim Reis ambardan halatları çıkarttırdı. Bir palanga sistemi kurdu. Orada iskelede bağlı duran bir kum çektirmesinin bom direğinden halat aldı. Kayığın kıçını yukarı bastık. Bir sandalla gidip pervaneye dümene baktık. Sorun olmadığını gördük. Ardından şaftın grasörlüğüne yağ bastık, çıkan yeke pabucunu taktık ve tekneyi neta ettik.

Bizimkisi hala burada tekne bırakmam bu hava bir ay sürer, biz bu kayığı burada nasıl zapt ederiz. İkindiye hava yumuşayacak biz basar gideriz diyor. Sanki az önce denize çıkmaya tövbe eden biz değilmişiz gibi. Sonra bize anlatmaya başladı; bu havanın poyraza dönebileceğini ve Abana Limanının poyrazda korunaklı olmadığını, hem bu kayığı karaya almamız gerektiğini falan anlattı da anlattı. Bu arada balıkçı kahvesinde sıcak çaylar içildi, biraz olsun dinlenildi. Ama bu arada da dışarıda kar diz boyu oldu.

Reis  ekibe; siz posta minibüsüyle gidin hadi biz üç kişi kalalım tekneyi getirelim dedi. Kendimi son ana kadar minibüsle gidecek ekipte görüyordum. Hatta akşamüzeri arkadaşlarımla Çulluk için geçit beklemeye bile gidebileceğimi hayal ediyordum. Tam havasıydı çünkü. Ama yanılmışım, bizimkiler minibüs saatini beklerken biz bismillah deyip palamarları çözdük bile. Çok bozulmuştum ama yapacak bir şey yok. Minibüsle giden ekipte kayığı çekmek için önden hazırlık yapacaktı. Minibüsle yol yarım saat ama tekneyle bir buçuk saatti ama bu havada herhalde üç dört saat sürebilirdi. Tabi arada limanda bir bisiklet bulup çarşıya gittim. Jetonlu telefondan dedemi arayıp selamette olduğumuzu söyledim.

Ama limandan ayrılışımızı görmeliydiniz. Yine genellikle olduğu gibi sıra dışı bir şey yapıyoruz ya, hemencecik “Deli bunlar” tespitine maruz kaldık. İskeledeki insanların bakışlarından anlaşılıyordu zaten.Ama bizim bütün bu görüntüye rağmen, havamız yerinde, tamyol ileri kafayı iskeleye dayayıp kıçı açtırıyoruz. Tam iskeleye çıkacakken tam yol tornistan, tekrar aynı manevra olduğumuz yerde geri dönüyoruz. Milletin telaşeli bakışları arasında  ayrılıyoruz. Bu manevra esnasında ayakta durmak bile zordur. Çünkü bu tarz balıkçı tekneleri ilk hareketlerini devirli yaptığınızda çok ani atak yaparlar. Neyse bordada asılı olan lastikleri de içeri aldık ve seyrimiz başladı. Yeşil feneri dönünce yine dalgalarla dövüş sanatı icra edilecekti.

Ara bilgilendirme;  "iskeleye çıkmak" tabiri bizde iskeleye bindirmek anlamında kullanılır. Arasıra farkında olmadan kullanıyorum bu tip tabirleri. Farkedersem parantez içinde açıklamaya çalışıyorum. Balıkçı tekneleri İskeleye çalışmak (İndir bindir yapmak vs.) için yanaştıklarında sancaktan bordalarlar. Eğer danayatacaklarsa iskeleden aborda olurlar. (Danayatmak birbirinin üzerine bordalamaya denilirdi.) Şimdi bu balıkçı teknelerinde usturmaça yerine araba dış lastiği kullanılır. İskele taraftakiler devamlı bağlı dursada sancaktakiler içeri alınır. Ama bizimki gibi küçük teknelerde lastikler hep içeri alınır ve yerleri vardır oralara kaldırılır.

Dar alanda manevra yaparken tekneler düşük yolda pek dümen dinlemezler, bu yüzden balıkçı teknelerinde reisler bu manevrayı seri yaparlar. Balıkçı teknelerinde yelkenlilerde olduğu gibi, gövde süratini sağlayacak minimum motor gücü kullanılmaz genelde daha büyük makine bulunur. Bu yüzden bu manevralar daha güvenli olur. Ayrıca salma ve civadra olmadığı için daha rahat manevra yaparlar.

Bunları açıkladıktan sonra gelelim manevraya; teknenin sancak tarafından iskeye bordaladığını düşünelim. Kıç halatları çözülür (biz baş ipini de çözerdik), bu vaziyette iken sancak baş omuzluktan iskele ile teknenin arasına bir lastik sarkıtılıp tam yaslayacağı yerde elle tutulur. Dümen sancak alabanda edilip ,ileri yoldan motora yüklenilir. Teknenin kafası yaslanıp kıçı iskeleye doğru açmaya başlar, bu esnada dümen tam iskele alabanda basılıp, tam yol tornistan ve baş halatı çözülür. Ardından ileri geri üç dört manevrada geri dönüş ve ayrılma gerçekleşir. Makbul olan baş ipi bağlı olmadan ve lastik sarkıtmadan bu manevrayı yapmaktır. Yani tam iskeleye yaslanacakken, tam yol tornistanla kurtarmak, milletin yüreğini ağzına getirmektir. Biz de tam öyle yapardık. Normalde bu manevra yapılırken herkes başa koşar tutmaya çalışır falan ama bizlerde herkes soğukkanlı bir şekilde halat roda etmeye falan devam ederdi, tabi ayakta denge sağlayıp durabilenler.

Bu mantık motor tahriğiyle giden teknelerin başının dönmemesi, kıçının atması prensibinden dolayı manevra teknelerinde çok kullanılır. Motor seyrinde giderken dümen manevrası yaptığımızda teknenin başı dönmez, kıçı dönmek istediğimizin aksi istikamete döner. Yani araba gibi değildir. Bu yüzden manevralar teknenin kıç tarafını serbest bırakacak şekilde yapılır. Sözüm klasik pervane tahrikli tekneler içindir.Manevra pervanesi, kontrollü pervane, su jetleri,rotörlü pervaneler gibi modern alet edevatta nasıl olur bilmem.

Kürek için söylenebilecekler ise;
9-10 metreye kadar kayıklarda  şöyle kallavi olanından bir tek kürek lazım aslında , ama bu modern(!) teknelerde bu kürek için yer yok ki? Direğe ya da bumbaya bağlamak lazım. Zaten 9 metre tekneyi idare edecek bir küreğin pala boyu en az üç metre olur,bir metrede izbandut ve elcik kısmı olur. Alın size dört metre bir şey. Hem de teknenin estetiğini bozacak cinsten.

Yeşil feneri dönmek için dalga sayıyoruz ve bir boşluk yakaladık yarıntının arasından çıktık. Mendirekten ve kıyıdan biraz daha açılınca çalkantı ve dalga stabil bir hal aldı. Rüzgarı kalmış ama hala kocaman dalgalar.Fakat bu sefer tekne yükünü bıraktığı için daha rahat manevra yapıyor. Sadece pervane çürük suda dönmesin diye kıç üzerindeki ağların bir kısmı duruyor. Kar bir yandan devam ediyor. Limanda ne güzel güverteyi yıkamıştık, yeniden beş santim kar oluverdi. Yolumuz kısa olmasına rağmen kafa denizleri ile vuruştuğumuz için hızlı ilerliyemiyorduk. Normalde dalgalı denize pek denize konmayan yaban ördekleri ve kazlar limanın koltuğuna konmuşlar, onlarda havayla mücadele edemeyip yollarına devam edememişler. Zaten limanın içi de yeşilbaş ve elmabaş ördeklerle doluydu. Denizde bizden başka kimse yok, zaten diğer tekneler Abana’da kaldılar ufak çaplı onlarda zarar görmüştü.

Normalde kimsenin denize çıkmayacağı bu hava bize normal gelmeye başlamıştı.Sabahki havadan sonra çıta bayağı yükseldi bizde normal zannediyoruz bu yüzden.

Kamaranın kırılan pencerelerine limanda muşamba çakmıştık. Biraz cesaretim arttığı için ön tarafa yürüyeyim belki izin kopartırsak kamaraya girer kapıdan bakarım diye  düşündüm. En azından ben olsun kardan adam olmayayım dedim. İzini koparttık içeri girdim baktım çarkçı bir yandan su basıyor diğer eliyle  ekmek kemiriyor. Zaten dişlerin yarısı yok yandan yandan ekmeği kopartıyor. Beni anında deniz tuttu zaten hemencecik kafayı sancak kapıdan çıkarttığım gibi rahat bir nefes aldım normale döndüm. Ardından bir kuru ekmek dilimi de ben aldım kemirmeye başladım. Ekmek sepetinin ağzı açılmış, pancar motorun sıcak üflemesinden peksimet gibi olmuş.

Fakat bir terslik vardı, Reis ikindiye doğru hava yumuşayacak dedi ama sanki hava üzerine koyuyor gibi. Hava bir saat mola verip yeniden soluklandı gibi. Biz yolu yarıladık, artık burun başlarına yakın düşüyor sahil yolunu görebiliyoruz. Bizi kabzımal arabaları kıyıdan takip ediyorlar. Zaman zaman onları da görüyoruz. Artık havanın verdiği mola bitmişti. Son bir saatlik yol kalmıştı ki hava sabahkinden de sertleşti. Bizim reisin inatçılığı işte. Sanki madalya takacaklar bize. Bir müddet sonra kızdı bize su basmayı falan bırakın dışarı çıkın diye. Önümüz akşam, güneş kar bulutlarının arasında bir görünür gibi yaptı ve Çatalkaya’nın arkasına saklanıverdi. Etrafa bir bakındım sabahki hava ne ki,bu daha bir alem sizin anlayacağınız hava almış kırkdokuz elliden. Önce kar yavaşladı ölü denizler büyüdü ardından göstere göstere rüzgar indirdi ama ne rüzgar. Sabahki kaçıktı, hava kaçık yapmıştı ama bu öyle değil bayağı oturmuş tayfun gibi bir şey. Her şeyiyle bir geliyor. Ne istiyorsa bizden ya da biz ne istiyorsak ondan. O zamanlar poseidondan falan haberim yok duyduğumuz kadarı ile Kasım ile Hızırı biliyorum.

Bu sefer tekne dalgaya vurduğunda bir yerler kesin patlayacak .Büyük ihtimalle tahta atacak, motor arızası haricinde en büyük korku bu. Hava da daha kuzeyli oldu yıldıza drise etti. Bir yandan bildiğim sureleri okuyor bir yandan da İnebolu Limanının kırmızı yeşil ve beyaz fenerlerinin sıralarını sayıyorum. Yahu hava düzgün olsa buradan limana yüzerim bile ama gördüğümüz yere gidemiyoruz nasıl bir şeydir bu. Çok yakınız işte. Okyanus mu burası burada böyle şey olur mu nasıl bir durumdur bu. Biz isyanlardayken sancak bordadan bir deniz göçtü üzerimize, aman Allahım, kayık zor toparlandı. Niye bunu reis kollamadı derken yol kesip atladı dümenden, yine yeke uzatması çıkmıştı. Uğraşıp takamazdık da. Biz daha macera yaşamamışız. Macera daha yeni başlıyomuş. Limanın ağzında batıcaz neredeyse.

Bu sefer kürekle dümen tutmak yerine kıç üzerindeki, tüm balıkçı teknelerinde bulunan kapağı açtık. Çünkü ağların çoğunu boşalttığımız için bu kapak açılabiliyordu, sabah bu kapağın üzeri dolu olduğu için kürekle çözüm üretmiştik. Buradan şafta, grasörlüğe ve en  güzelide dümenin kafasına ulaşılıyordu. Hemen uzun saplı boru anahtarı dümenin yekesine kol olarak takıldı. Reis bacaklarını ambara doru soktu ve beline kadar girdi. Artık dümeni oradan tutuyordu. Hemen gaz telini pirinç gaz kolundan söktük, makine üzerindeki kolun üstünden tel alınıyordu altından geri çeken yay. Hemencecik yerlerini değiştirdik ve teli arkaya uzattık. Çektik baktık çalışıyor hemencecik ucuna fırça sapını kırıp doladık. Oluverdi yeni bir gaz kolu. Tek telden asılınca insanın elini kesiyordu. Böylece tahta saplı bir gaz kolumuzda oldu. Onu da tutuşturduk reisin eline. Keyfi yerine geldi başladı tekrar denizle kavgasına.

Limanın ağzındayız neredeyse bir mil var yok ama gidemiyoruz. Havada kararıyor. Daha fazla kıyıya gidemiyoruz. Tam sınırdayız. Tam bizi geçtikten sonra dalgalar patlıyor ve kıyıya doğru yayılıyor. Güç bela limanın ağzına geldik, fakat giremiyoruz, bu sefer döndük açığa dalga sayıp, tekneye sörf yaptırarak gireceğiz. Kıçtan kullanıldığı için sağlıklı manevrada yapılamıyordu. Neyse saydık ettik, yakaladık bir üçleme tamyol bindik üzerine, tam limanın burnunu dönecekken dalga bizi geçti ve hendeğe düşürdü, gelen ikinci dalgada üzerimize göçtü, Ağlar falan denize gitti biz zaten ne olduğumuzu anlayamadık. Aynı zamanda tekne de kuzeye döndü ve üçüncü dalga kafada patladı. İskele omuzlukta da yumrunun altında bir tahta patladı. Bu sırada bu dalga bizi kendi etrafımızda döndürdü ve bir ara sıyrılıp mendirekten içeri atladık. Ardından limanın içine doğru arkamızdan yayılan dalga bizi hızlandırdı.Başaltından tahta patlayan yerden gelen su felaket, hemen oraya çok hızlı bir muşamba çaktık.Zaten kıyıda ırgat ve felekler hazırlanmış bize ışık yakıp söndürüyorlar. Tamyol gittik ilk feleğe bindirdik. Bir çırpıda kıyıda olanlar gidibot halatlarını kancalarına taktılar. Biz makinayı stop edene kadar tekne bir boy karaya çıkmıştı bile. Kıyıdaki kalabalık o kadar fazlaydı ki ırgat olmasa da o tekneyi asılıp çekerlerdi zaten. On dakikada tekne balıkçı kulubemizin önüne kadar çekildi. Biz içinden atlayamadık bile.

Bundan sonra bir müddet ben denize çıkamadım. Ama Reis haklı çıktı. Deniz yaklaşık bir ay düzelmedi. Oralarda ağı kalanlar ağlarını kaybetti. Teknesini bırakanlar çok kötü zamanlar geçirdi. Biz tekne ağ falan düşünmeden sobanın arkasında oturup denizi seyrettik.

Selam olsun hepsine…
Şimdilik Hoşçakalın.

Yorumlar

Yorum Gönder